Ali'nin Evreni

Hacettepe Çocuk Hastanesinde stajyer olarak çalıştığım günlerden biriydi. Eğitmenim tarafından verilen hastaların dosyalarını inceliyordum. Amacım, hastalığın başlangıcından bugüne değin geçirdiği evrelerle ilgili bilgileri edinmek ve hastaları daha iyi tanımaktı. Dosyalar arasında en kabarık olanı öncelikle ilgimi çekti.

ALİ’NİN EVRENİ : HACETTEPE

Hacettepe Çocuk Hastanesinde stajyer olarak çalıştığım günlerden biriydi. Eğitmenim tarafından verilen hastaların dosyalarını inceliyordum. Amacım, hastalığın başlangıcından bugüne değin geçirdiği evrelerle ilgili bilgileri edinmek ve hastaları daha iyi tanımaktı. Dosyalar arasında en kabarık olanı öncelikle ilgimi çekti. Adı Ali Doğan’dı. Sivas’ın bir köyünden gelmişti. Dört buçuk yaşındaydı. Çoban olan babası getirmişti onu hastanemize.

Çok küçük yaştaki bir çocuğun dosyasının bu denli kalın oluşu, ilgimi daha çok artırdı. Evet, hastaya iki yaşındayken konan tanı ‘akut lenfoblastik lösemi’idi. Halk deyişiyle‘kan kanseri’ idi. Durdum. Gözümde küçük bir çocuk canlanıyor, karşımda ‘akut lösemi’sözcüğü büyüyor, büyüyordu. Dosyayı kapattım. Ali’nin odasına doğru ilerledim. Küçücük yatağında hastanenin verdiği pembe giysiler içindeki solgun yüzü ne güzeldi! Sol elini alnının üzerine koymuş, gözlerini havaya dikmişti. Belli ki bir şeyler düşünüyordu. Belki de, neden orada değil de burada oluşunun yanıtını bulmaya çalışıyordu. Hasta olmak neydi acaba? Belki de iyileştirdiği hasta kuzusu aklına gelmişti de şimdi dudağında beliriveren gülücük bundandı. Bu güzel gülücük acı düşüncelerden kurtarmıştı beni biran olsa da...
- ‘Geçmiş olsun Ali,’ deyivermiştim.
Ali, elini başının üzerinden kaldırdı. Gözlerini bana çevirdi. Bu bakışıyla onu biraz önceki gibi göremiyordum artık. Pembe giysilerin yarattığı güzellik yok olmuştu. Şimdi gördüğüm yüz yusyuvarlaktı.'Kortizon' ilacı onu bu duruma getirmişti. Sol gözü rahat kapanmıyordu. Saçları, ilaçların etkisiyle seyrekleşmişti. Saçının geri kalanları çok zayıftı.
Oldukça solgundu Ali, karnı şişmişti. Belki karaciğer ve dalağı da büyümüştü. Hastalığın bu körpe bedende yıkamadığı tek şey zeka dolu bakışlardı. Bu bakışlar sanki niye hastalandığını, niye iyileşemediğini, niye uzun süredir burada kaldığını soruyordu. Kafamdaki soruları susturabilmek için yine Ali’ye seslendim:
- Ali seni muayene edebilir miyim? İzin verir misin?
Hemen elleriyle pijamasını yukarı çekti. Karnını açtı. Karnında ve bacaklarında toplu iğne başı büyüklüğünde yaygın morluklar vardı. Karaciğer ve dalağı göbeğe dek büyümüştü. Boynunda ve koltuk altlarında bezeler vardı. Ben muayene ederken gözlerini üzerimden ayırmıyordu. Umut dolu bakışlarla hiçbir davranışımı kaçırmamaya çabalıyordu. Muayenemi bitirip ellerimi yıkadıktan sonra Ali’yi servis odasına götürdüm. Ali oyuncaklarla ilgilenmiyor, durmadan yüzüme bakıyordu.
- Bana söyleyeceğin bir şey var mı? Diye sordum.
- He... dedi.
Bu sözcükteki canlılık, kıvraklık sanki delikanlılık gücüyle dolu idi. Onun canlılığı içimi sevgiyle doldurmuştu.
- Sor bakalım, dedim
- Niye hastalandım?
- Herkes hastalanabilir. Sonra da iyileşir.
- Ben iyileşecem mi?
- Herkes gibi sen de iyileşeceksin.
- Annem, babam niye gelmiyorlar, iyileşince gelecekler mi?
Ailesinden hiç kimsenin gelmeyiş nedenini ben de merak ediyordum. Onu iki yıldır aramadıklarını öğrenmiştim. Ama Ali’ye inandırıcı bir yanıt vermem gerekiyordu.
- Onlar çok uzaklarda biliyorsun. Şimdi kış, her taraf kar, havalar düzelsin gelirler.
Yüzünde güven dolu bir gülümseme belirdi. Bana inanmıştı.
- Seni çok seviyorum doktor abi...
Bu küçük çocuğun davranışları, sözleri beni çok şaşırıyordu. Onun kısa yaşamının her anını değerlendirmek isteği duyuyordum. Bu istekle o günden sonra hemen her gün birkaç kez Ali’nin yanına uğramaya başladım. Ona her uğrayışımda çok seviniyordu, gözleri sevinçle doluydu Ali’nin. Onu böyle gördükçe coşuyor, sevincine katılıyor, mutlu oluyordum. Bir gün yanına gittiğimde:
- Ben iyileştim doktor abi. Annemi babamı çok göresim geldi.
Bu sözde köyüne gitme isteği seziliyordu. Bu küçük çocuktaki duyarlılık ilginçti. İsteğini ağlayarak,yaramazlık yaparak belirtebilirdi. Bunu yapmıyor, anlamlı sözlerle isteğini gerçekleştirme yolunda beni etkiliyordu. Bu küçük çocuk bunu nasıl yapabiliyordu? Bu isteğini gerçekleştiremeyeceğime göre ne yapmalıydım? Birden aklıma geldi.
- Köye mektup yazalım, Ali,ister misin? dedim.
Bu onu çok sevindirdi. Dünyalar onun olmuştu. Söylediklerini göz önünde bulundurarak bir mektup yazdım. Mektup şöyle idi:

"Canım Annem ve Babam,
Beni siz hastaneye bıraktıktan sonra daha iyileştim. Kuvvetim yerime geldi. Doktorlarım ve hemşire ablalarım bana çok iyi bakıyorlar. Sizleri çok göresim geldi. Beni görmeye gelin. Hepinizin ellerinden öperim.
- Ali,ben bu mektubu göndereceğim. Onlarda sana yazacaklar dedim.
Başını salladı. Bu küçük başın içindekilerini bir okuyabilseydim... Belki de evini, ailesini düşünüyordu. O anda Ali’nin de onların yanında olmasını istiyordum. Gülerek bakıyordum Ali’ye. O ise içini 
- Doktor abi,yarın da gelecen mi? diye sordu.
- Geleceğim, Ali, gelmez olur muyum...
O günden sonra Ali bana her gün evinden mektup gelip gelmediğini sormaya başladı. Mektubu gönderdiğim halde ailesinden bir yanıt alamamıştım. Ali’nin daha çok üzülmesini istemiyordum. Bu yüzden ona ailesinden gelmiş gibi bir mektup yazmak zorunda kaldım. Bir gün ona:
- Ali,sana mektup geldi dedim.
Bu haberi duyunca tüm güçsüzlüğüne karşın o cıvıl cıvıl çocuk coşkusu ile boynuma atıldı. Bu zayıf, güçsüz bedeni kucağımda tutarken, onu sağlığa kavuşturamamanın acısını çekiyordum. O seviniyor, ben sıkıntılara gömülüyor-dum. Ali ise kucağımda, babasının aldığı yeni oyuncağını görmek isteyen çocuk sabırsızlığıyla, mektubu okumaya başlamamı bekliyordu. Okumaya başladım:

“Canım Alimiz,
Ankara’dan gönderdiğin mektubu aldık. Senin iyi olduğunu duyunca çok sevindik. İnşallah her geçen gün daha iyileşirsin. Bizde seni çok özledik. Seni en kısa zamanda görmeye geleceğiz. Annen, baban, kardeşlerin özlemle gözlerinden öper, sağlığa kavuşmanı dileriz.”
Ben bunları okurken gülüyordu.
- Gelecekler, ah bi gelseler..... diyordu.
Biraz sonra mektubu ona verdim. Hemen alıp kucağımdan indi. Çıplak ayaklarının ucuna basarak yatağının yanındaki küçük dolabının başına gitti. Çok değerli bir şeyi incitmek istemiyormuşçasına koydu çekmeceye.
O günden sonra mektubu yastığının altında saklıyor, eliyle kırışıklıkları düzeltip, akşam dolabına koyuyordu. Artık mutluydu. Gelmemişlerdi ama bu mektup onların geleceğini bildiriyordu. Arada bir de hemşirelere okutuyormuş.”Bunu doktor abi de okudu. Gelecekler. Ben iyi olunca gelecekler, doktor abi söyledi, iyi olunca geleceklermiş.” Diyormuş.

Kurban bayramının yaklaştığı günlerden biriydi. Her yerde hazırlıklar yapılıyordu. Servislerde hemşireler, öğretmenler yoğun bir çalışmaya koyulmuştu. Her yer süslenmeye başlamıştı. Ali tüm bu hazırlıklara bir anlam veremiyor olacak ki biraz şaşkın, sevinçli bakışlarla onları izliyordu. Onun yanına gelip:
- Bu gün burayı neden süslediklerini biliyor musun? diye sordum.
Ali başını geri atıp yalnızca:
- Cık...demekle yetindi.
- Yarın bayram Ali, onun için servisi süslüyorlar. Hadi gel biz de yardım edelim onlara
Aliyle birlikte çalışmaya başladık. Bu sırada içine bir hüzün çöktü. Çocukların büyük bir kısmı annesinin babasının yanında bayramını geçirirken o, hastanede yalnız kalacaktı, büyük bir olasılıkla da ailesinden kimse bulunmayacaktı yanında. Acaba benim bu düşündüklerimi o da düşünebiliyor muydu? Sanmam. Şimdi öylesine dalmıştı ki elindeki renkli kağıtlara.
Sevinçliyken hüzünlü şeyler anımsamak yalnız biz büyüklerin işi olmalı...Onu bu sevinciyle baş başa bıraktım. Bayramın ikinci günü Ali’nin yanına bir kez daha gittim. O gün biraz bitkin ve daha da güçsüzdü. Daha da soluk görünüyordu. Gece burnundan çok kan kaybetmişti. Ateşi de yükselmişti.
- Nasılsın Ali?
İyi olduğunu söyler gibi salladı başını.
- Doktor abi, beni camın yanına götürde dışarı bakayım..Ali’yi hemen kucağıma alıp camın önündeki koltuğa oturttum. Biraz söyleştik Ali’yle. Sonra servisteki öbür hastalarımın yanına gittim. Ali dışarıda olan olup bitenleri izlerken bir temizlikçi servisi siliyordu. Hastalarımdan birinin dosyasını incelerken Ali’nin temizlikçiye bir şeyler söylediğini işittim.
- Hal’labi...
Temizlikçi hiç istifini bozmadan etrafı temizlemeyi 
sürdürüyordu.
- Hal’labi...
Temizlikçiden yine yanıt alamadı. Sinirlendi Ali;
- Hal’labi lan!
- Ne var?
- Bana bi gazoz, bide simit alsana, çok canım istiyo.
- Şimdi işlerim çok, alamam.
Ali’nin bu isteği beni çok duygulandırmıştı Belki de ateşinden ötürü canı soğuk bir şey içmek istiyordu.. Ali’ye hiç bir şey söylemeden ona simit ve gazoz almaya gittim. Ali’ye ikisini de verdim. Hemen gazozunu içti, simitten çok az yedi, iştahsızdı.
Bayramın üçüncü ve dördüncü günleri görmeye gidemedim Ali’yi. Bayram sonu servise girerken postalardan birinin üstü kapatılmış bir ölü götürdüğünü gördüm. Dilim varmadı sormaya. Ama serviste herkesin yüzüne acı bir anlama sinmişti. Sanki ayaklarım geri geri gidiyordu. Odaya girdiğimde Ali’nin yatağının boş olduğunu gördüm. Bir an inanamadım. Başım öne eğildi. Kulağımda “Bana gazoz al Hal’labi” sözü çınlıyordu. İçim burkuldu.
Servisten ayrılmadan küçük dolabına doğru yürüdüm. Ardında kalan en değerli şeyi, mektubunu arıyordum. Mektup oradaydı. Aldım. Bir kez daha okudum. Hüzünle katlayarak cebime koydum. Suskunca ağladım. Yürürken Ali’yi düşünüyordum. Üç yaşında hastaneye gelmiş, beş yaşında ölmüştü.
Şimdi ne zaman lösemi sözcüğünü işitsem, Hacettepe Çocuk Hastanesinde yatan Ali’yi anımsarım. İçim hem hüzün hem de sevgi ile dolar. Bu sevgi, içimdeki, hep bir gün Ali gibilerin kurtulacağı inancını güçlendiriverir.

Yazan: Sırrı Bektaş
Bu öykü Hacettepe Üniversitesi’nin 10. Kuruluş yılında (1967) ödül kazanmıştır.
Jüri Üyeleri: 
Cahit Külebi (Başkan),
Prof. Dr. Doğan Karan (Rektör),
Prof. Dr. Rıdvan Özker (Rektör Yardımcısı)

Yorum ya da sorularınız için: bilgi@bilgipesinde.com